Aynur TANER
aynur@hamburghaber.de
Kol kola girmiş üç kadın, Yedikule Hastanesinin dar ve uzun koridorunda, küçük adımlar atarak 125 numaralı odaya ulaşmaya çabalıyorlardı.
İki kadın, koluna girdikleri hastayı âdeta sürüklüyorlardı. Adalet, koluna giren annesinin ve ablasının yükünü hafifletmek için olağanüstü bir gayret sarf ediyor, gerilen yüz kasları kendisini nasıl zorladığını gösteriyordu. Harcadığı çaba, suratında sertlikten ziyade kızgın bir ifade oluşturuyordu. Bir zamanlar bastığı yeri titreten bacakları, şimdi adım atmakta zorlanıyordu. Vücuduna sinsice yerleşen düşmana rağmen, hâlâ oldukça alımlı, endamlı! bir kadındı. Omuzlarına kadar inen dalgalı ve kumral saçlarından pırıl pırıl bir hayat fışkırıyor gibiydi. “Ben daha ölmedim!” diyordu. İri ela gözlerinin etrafındaki uzun siyah kirpikleri, hedefi olmayan oklar gibi aşağıya yukarıya, kıvrım kıvrım kıvrılıyordu. Fakat yaralı oklarını doğru adreslere yollayacak ne mecali ne de niyeti vardı. Oklarını, bir gün doğru yerlere saplanacaklarını düşlercesine sessiz sedasız evrene gönderiyordu. Duyguların dile gelip haykırdığı gözlerin aksine, onun ela gözleri donuk ve pusluydu. Adalet’in gözleri de yüreği gibi buz tutmuş, buzlu buzlu bakıyordu. Yüreği buz duyguları buz gözleri buz… O, buzul ülkesinden kopup gelmiş bir buz perisiydi. On yıl önce tanrıların uçan atı Pegasus’un sırtına atlamış, aşkın büyülü ülkesine kanat çırparak uçup gitmişti. Bir fidan gibi kök salmaya, aşkın büyülü dünyasında dans etmeye gittiği yerden, dalları kırılmış, kökü kurumuş bir ağaç; kanatları kırılmış, örselenmiş buzdan bir serçe gibi geri gelmişti. Nereden bilecekti ki bedenindeki sinsi düşmanın yaşamını alt üst edeceğini, bir başka düşmanını deşifre edeceğini, uğruna kör ve sağır olduğu ilahının bedenindeki sinsi düşmandan daha düşman olacağını? Ayın ışıltısı, yüreğindeki ve gözlerindeki buza rağmen geceyi aydınlığa çıkarmak isteyen bir dost eli gibi yüzünde asılı kalmıştı. Yüzündeki bu ışıltı, umudun yansımasıydı. Adalet’in yaşam pınarı, henüz tamamen kurumamıştı.
Nihayet 125 numaralı odanın önündeydiler. Abla, sol eliyle kapıyı açtı. Odadaki üç yatak da doluydu. Yanlış bir odaya geldiklerini düşünüp şaşkın şaşkın etrafa bakındılar. Abla “Yanlış odaya mı girdik ne, bu oda dolu mu? Burası 125. oda değil mi?” diye odadakilere sordu. Kapının hemen yanındaki yatakta yatan otuzlu yaşlardaki Gülten, “Yok yanlış değil. Doğru odadır. Bu yatak boştur. Yatakta yatan benim refakatçimdir. Gece hiç uyuyamadı. Beni tuvalete getirdi götürdü. Sabah yatak boşalınca da kendini boş yatağa atıverdi. Şimdi kaldırırım ben onu.” dedi. Cam kenarındaki yatakta yatan emekli öğretmen Aysel, gözlüğünü çıkardı, onu, elindeki kitapla birlikte, mavi kapaklı metal komodinin üstüne bıraktı. “Geçmiş olsun. Hastanız zor duruyor. Tutmayın ayakta. Yatak boşalıncaya kadar koltuğa oturtun. Siz de biraz soluklanın, yorulmuşsunuz belli.” dedi. Bir müddet aynı odayı ve hasta olma kaderini paylaşmanın getirdiği samimiyetle, “Gülten kızım, oyalama insanları, kaldır bacını”dedi. Aysel’in yumuşak ses tonu, odadakilerin yüzünü, sıcak sam yeli gibi yalayıp geçti. Gülbahar, derin bir uykuda değildi. Ablasının ona seslenmesine bile gerek kalmadan yataktan fırladı. “Kusura bakmayın, sizi ayakta bıraktım. Buyurun”dedi. Anne, “Sorun değil yavrum, hastane hâlleri… Normaldir. ”dedi ve kızını koltuğa otturttu. Kapı açıldı, elinde Adalet’e ait mavi valizle ablanın kocası içeri girdi. “Herkese geçmiş olsun, işte valizi getirdim. Benim hemen gitmem gerek, bir saat sonra toplantım var, tüm işlemleri de hallettim.” diyerek valizi yere bıraktı. Eşine dönüp “Haydi biz artık gidelim. Yarın geliriz.“ dedi. Abla ve kocası, görevlerini yerine getirmenin gönül rahatlığı ile hastaneden ayrıldılar.
Anne valizi açtı, içindekileri sırayla boşaltmaya başladı. Limon kolonyasını, ıslak mendil paketini, su bardağını çıkardı, hepsini komodinin üstüne koydu. Beyaz el havlusunu yatağın başına astı. Çiçekli pembe nevresimi ambalajından çıkartıp hastanenin nevresimleriyle değiştirdi. İncitmemeye çalışarak Adalet’i soyundurdu, üstüne pembe poplin pijama takımını giydirdi ve onu yatağa yatırdı. Adalet’in yüzünü, boynunu, ellerini ıslak mendille sildi. Kendi eline bolca kolonya döküp alnına ve boynuna sürdü. Biraz kızının burnuna biraz da kendi burnuna tuttuğu kolonyadan, odadakilere de ikram etmeyi ihmal etmedi. Anne kız rahatlamış, ferahlamışlardı. O ana dek sesi soluğu çıkmayan buz perisi “Kitaplarım nerede? Bana kitaplarımı ver anne.“ dedi. Anne “Zamanında elinin tersiyle fırlatıp attığın kitaplar, şimdi kıymete bindi.” diye hafifçe homurdanarak valizin en altından iki kitap çıkardı. Birini Adalet’in eline verdi, diğerini de komodinin üstüne bıraktı. Aysel Öğretmen, belli etmemeye çalışarak göz ucuyla ana kızı izliyordu. Sadece Aysel Öğretmen mi? Gülbahar ile hasta ablası da meraklı gözlerle yeni oda arkadaşlarını izliyorlardı. Aysel, “Kızımız öğrenci galiba?” diye sordu. Anne, ”Yok değil. Kitapları öğrencilik yıllarından kalma. İyileşince yarım kalan okulunu tamamlayıp bitirecek inşallah.” dedi. Aysel, “Lise mi üniversite mi?” diye sordu. Adalet, anneye fırsat vermeden kısık ama duyulur bir sesle ve belirgin bir gururla “Hukuk Fakültesi” dedi. Aysel’in merakı gittikçe artmıştı. “Sağlık sorunlarından dolayı mı ara vermek zorunda kaldın kızım?” diye sordu.
Anne sustu. Adalet sustu. Odaya bir sessizlik çöktü. Kısa bir sessizlikten sonra Adalet’in kısık sesi duyuldu. “Âşık oldum.” dedi. Aysel, büyük bir acıyla “Sakın âşık oldum, okulumu bıraktım deme!”dedi. Adalet’in gerilen kasları gevşemiş gibiydi; garip bir tebessümle, “Hımm, evet, âşık olduğum adam uğruna okulumu bıraktım, hayallerimden vazgeçtim.” dedi. Öbek öbek sözcükler Aysel’in havsalasında cirit atmaya başlamıştı. “Ahh ahh, vahh vahh! Şimdiki aklım olsaydı… Çok pişmanım… Keşke…” Ne çok kullanılmış ve hâlâ tükenmemiş bir sözcüktü “Keşke!”.
Aysel, “Al sana, aşka feda edilmiş bir hayat daha. Kolay mı Hukuk Fakültesini kazanmak?
Gülbahar’ın iri kara gözlerinde biriken iki boncuk tanesi, yanaklarından aşağıya döküldü.
“Allah kimine at verir, meydan vermez; kimine meydan verir, at vermez.” dedi.
Anne, Gülbahar’a mendil uzattı; sonra ona, “Senin canını kim acıttı kızım?” diye sordu.
Gülbahar, “Babam okuyup da? Orospu mu olacaksın? deyip beni okuldan aldı. Sonra da yeğeniyle zorla nişanladı. Şu bileziklerin birini de o taktı koluma. Bu bileziği koluma takacağına, keşke bıraksaydı da mesleğimi elime alsaydım. Hayatımı bir adamın ellerine teslim etti.” dedi. Gülbahar’ın gözlerinden süzülen boncuk taneleri sel olmuş Adalet’in yüreğine akmış, oradan da buz tutmuş gözlerine ulaşmıştı. Adalet’in gözlerinden düşen birkaç damla yaş, elindeki kitaba damladı.
Aysel, “Gülbahar, kendini harap ettin be kızım. Geç kalmış değilsin, okulunu dışarıdan bitirebilirsin.” dedi. Gülbahar, “Babam okutmadı beni, alan adam mı okutur abla? Okumaya önem veren biri olsaydı öğrenci kıza talip olmazdı. Yanlış mı Aysel abla? Sen söyle.” dedi.
Gülbahar, ıslak gözlerini Adalet’e çevirdi.
“Abla, seni de benim gibi okuldan alıp zorla mı evlendirdiler?” diye sordu. Adalet kafasını sessizce iki yana salladı.. Anne dayanamadı konuşmaya başladı: “Biz anlaştık , evleneceğiz dediği zaman Kaynar sular başımızdan aşağıya döküldü. Onu ikna edemedik. Oysa o Hukuk Fakültesini kazandığı zaman evde bayram yapmıştık.” dedi.
Adalet’in zembereği, aşka tutulduğu gün kırılmış, mantığı, içgüdülerinin ezberlerine yenilmişti. Odaya derin bir sessizlik çöktü. Birkaç saniye sonra anne konuşmaya devam etti.
“Bir gece yarısı telefon acı acı çaldı. O saatte hayırlı bir telefon gelir mi hiç? Adam telefonda hâl hatır bile sormadan ‘Adalet çok hasta, hiçbir görevini yerine getiremiyor. Gelin kızınıza sahip çıkın, ben erkek hâlimle ona bakamam, ’dedi. Ertesi gün atladık uçağa, vardık elin memleketine. Sağ olsun bizim beyin amcaoğlu, bizi havaalanından aldı, kızın evine götürdü. Zile bastık, açan yok. Ben diyeyim on dakika, sen de on beş dakika kapıda bekledik. Tam amcaoğlunun evine gitmeye karar vermiştik ki nihayet kapı açıldı. Adalet’in beti benzi solmuş, suratı limon gibi, ayakta zor duruyor, gözlerinin altı mor mor halkalanmış. İçeri girdik ki ne görelim, ev tam takır kuru bakır. Aç gözlü ahlaksız, her şeyi toplamış götürmüş. Salonun ortasında bir sünger yatak, mutfak dolabının içinde birkaç tabak, bardak; çekmecede birkaç çatal, kaşık, hepsi bu kadar. Kızın hastalığına mı yanalım, düştüğü bu duruma mı, bilemedik. Amcan döndü, amcaoğluna sitem etti. ‘Siz nasıl akrabasınız? Hiç mi haberiniz olmadı? Hiç mi fark etmediniz bu kızın durumunu?’ diye sordu. Amcaoğlu da “Ağabey nasıl girelim karı koca arasına? Kızı kapı dışarı bırakmazdı ki. Kimselerle görüştürmezdi. Biz de mecburen uzak durduk. Birkaç kere geldik, adam soğuk davrandı. Anladık ki gidip gelmemizi istemiyor, kızın rahatı bozulmasın, yuvasında mutlu olsun diye gelip gitmedik.” dedi.
Aysel, “Almanya’da yasalar kadını koruma altına almış. Birçok kadın dernekleri var dil öğreten, meslek edindiren, haklarını bildiren. Neden onlarla irtibata geçmemiş ki?” diye sordu.
Anne, “Bacım bu şerefsiz adam, kızı kapı dışarı bırakmamış. Eve hapsetmiş. İnsan içine çıkarmamış. Gözü açılır da baş edemem diye korktu zaar.” dedi.
Tanışma faslı bitmiş, meraklar tamamen olmasa da kısmen giderilmişti. Odaya kasvet çökmüştü. Konuşmaya dahil olmayan Adalet’in bu konuyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok gibiydi. O başka bir boyuttaydı. “Hiçlik.” Onun için her şey, hiçbir şey olmuştu. Yüreğini dondurmuş, Berlin’de bırakmıştı. Gün bitmiş, gece yüzünü aya çevirmiş; Ay’ın ışığı, ı odadaki kadınların yüzüne düşmüştü.
Gün dönmüş, Ay kabuğuna çekilmiş, yerini Güneş’e bırakmıştı. 125 numaralı odanın içine Güneş’in hüzmesi süzülüyor, gökkuşağının renkleri odanın içinde dolaşıyordu. Refakatçiler dışarıya çıkarılmış, sabah viziteleri tamamlanmıştı. Ziyaret saati başlamıştı.125 numaralı odanın ilk ziyaretçisi, Aysel’in kızı Nazlı’ydı. Kucağında papatya demetiyle odaya daldı. “Herkese günaydın!” dedi ve annesinin yatağına doğru yöneldi. Aysel’i yanaklarından öptü. Vazodaki, solmaya yüz tutmuş, birkaç yaprağı da dökülmüş papatyaları çöp kovasına attı. Suyu tazeledi ve getirdiği taze papatyaları vazoya koydu. “Annemmm nasılsın? Yarın taburcu oluyormuşsun. Haberin var değil mi? Nasıl sevindim bilemezsin”dedi.
Aysel, “Sağ ol kızım. İyiyim, daha iyi olacağım. Evet, haberim var. Doktor söyledi.” dedi.
“Taburcu işlemlerini başlatırsın. Dışarıda ardı ardına basın açıklamaları, toplantılar var, ben burada pinekliyorum. Yine bir sürü kadın intiharları, cinayetleri almış başını gidiyor. Kimsenin umurunda değil.”
Nazlı, “Okuldan emekliye ayrıldın, hayattan ayrılmadın diyerek tam odadan dışarıya çıkıyordu ki geri döndü. Çantasından bir poşet çıkarıp Gülten e uzattı. Gülten abla, Gülbahar kapının önünde sana vermem için bu poşeti bana verdi.” dedi. O esnada boş yatağın yanındaki komodinin üstünde bir kitap gördü: Hukuka Giriş… Gözleri fal taşı gibi açıldı. “Kazanmayı hayal ettiğim okulun kitabı. Kimin bu kitap?” diye odadakilere sordu. Aysel ”Sen gelmeden bir saat önce taburcu olan Adalet in kitabı, unutmuşlar.”dedi.
Nazlı, okumayı umut ettiği kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı. Sayfaların arasında bir mektup vardı. Adresi olmayan, gönderilmemiş bir mektup. Mektubu okuyup okumamakta bir an kararsız kaldı. Kitabı merakla evirip çevirdi…
Poşetin içinden üç bilezik, bir alyans bir de mektup çıkmıştı. Gülbahar mektubu okumaya başladı:
“Ablacığım, bunu nişanlanmadan önce yapmalıydım. Yapamadım. O zaman kendimde bulamadığım gücü şimdi buluyorum. Tanıdık bildik, sülaleden biriyle evlenmeyip fakülteden sevdiği kızla evlendiği için babamızın evlatlıktan reddettiği ağabeyimin yanına gidiyorum. Beni merak etmeyin. Ağabeyimin yanında yarım kalan okulumu bitireceğim. Varsın babam beni de evlatlıktan reddetsin. Kendimi kurban etmeyeceğim, babam istiyor diye evlenmeyeceğim.”
Gülten’in gülümseyen gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Mektubu katladı, poşetin içine koydu. Başını yastığa huzurla yasladı. “Yolun açık olsun bacım! “dedi.
Nazlı merakına yenilmiş, billur tanelerinin kâh kelimeleri kâh harfleri sarartıp silikleştirdiği mektubu okumaya başlamıştı:
“Aşka teslim olmuştum. O efendi, ben köleydim. Ağzından çıkan her kelime benim için bir emirdi. Onun izni olmadan dışarıya adım atamaz, onaylamadığı kişilerle konuşamazdım. Yasaklarla örülü cennetimde kendimi var edemedim. O benim namusumu korumakla yükümlü gardiyanımdı. Kollarının arasında eridiğim adam benim cennetimdi. Bilemedim, cennetimin cehennem olduğunu, beni cennetinden kovacağını, benden vazgeçeceğini, verdiği sözlerin hükmünün biteceğini… İyi günde kötü günde beraber olacağımıza dair ant içtiğimiz, düştüğümde elimi sıkı sıkı tutacağını sandığım adam, arkasına bile bakmadan çekti gitti. Giderken geride bıraktığı enkazın farkında bile değildi. Yoksa umurunda mı değildi, bilmiyorum. Vazgeçtiklerim benden intikam mı alıyordu? Aşkın zembereği kırılmış, yarısı benim elimde, yarısı onun elindeydi. Zembereksiz aşkta ne hak ne hukuk ne de adalet kalmıştı.”
Adalet’in evrene yolladığı oklardan birisi Gülbahar’ın yüreğine saplanmıştı; birisi de Nazlı’nın sol omzunun altında yeşermeye başlamış olan morluğun üstüne. Kim bilir daha nerelere saplanacaktı?
Yazarın Tüm Yazıları